Thursday 10 October 2013

YAZMAK YA DA YAZMAMAK

Burası benim exclusively yazı yazma üzerine söylendiğim blog'um olduğuna göre, "tam üç sene hiç bir şey yazmamışım, aman Allahım koskoca üç (3)" diyerek yeni yazıma başlayabilirim. Yoksa, zaten durum ortada. Demek ki, ben yazı düşkünü bir değilim. Elbette, bu süreçte hayatımıza twitter'ın girmesinin de etkisi yadsınmaz. Gerçi twitter'da da sürekli öten bir kuş sahibi olduğum söylenemez ama durum bu blog'un hali kadar perişan değil. gerçi burada yakalanması zor bambaşka bir eşik söz konusu.
Açıkcası, yazı yazma üzerine bır blog yazmayan birisi için son derece iddialı bir deneme. Yanlış hatırlamıyorsam, amaç kendimi yazıya alıştırmaktı. Bugün, yaklaşık üç yıl aranın ardından bakınca pek verimli bir fikir olmadığı görülüyor. Oysa arada aklımdan daha ne blogları açmak da geçti. Yoga, yemek içmek, şehir hayatı gibi herkesin varsa benim neyim eksik türünden ne bloglar. Dur bak aslında şu Yoga blogu fena fikir değil hani. Bir yazıyı yazmak için başına oturmanın temel sebebi, üzerinde yazacak bir konu olması. Benim usul, "merhaba, ben geldim" diye temiz sayfaya bakarak bu iş pek olmuyor. En azından bir tema ile sınırlandırılmış bir blog sahibi olursam hangi konuda yazmadığımı bilebilirim.  Nitekim, şu durumda her şey üzerine yazmayabiliyorum ki, buradan hiç bir şey yazmama sonucuna gidiyoruz. 
Evet, ben en iyisi gidip şu yoga blogu üzerinde düşüneyim. Büyük usta Yoda'nın da dediği gibi: "meditate on this I will"

Wednesday 1 September 2010


Bir gün, Paris ve bu mahalle üzerine bir yazı yazmayı başaracağım. Taşınmadan olursa ne ala... 
Umut, tembelin en güzide uyuşturucusudur.

Saturday 7 August 2010

Aile, mülkiyet ve devletin kökeni üzerine dar kapsamlı bir yanlış anlama denemesi

Tam da iştahla reçel kavanozunun dibine ulaşmışken, kavanozun ağzına yakın bir bölgeyi kendine mesken tutmuş yuvarlak, tüylü, beyaz işgalciyle göz göze gelmek gene mülkiyet hakkı üzerine düşünmeme sebebiyet verdi. Kendinizi benim yerime koymaya çalışın. Pek yenilir yutulur bir manzara değil. "Fakat benim reçel kavanozum bu" diye bağırarak isyan etmek geçti içimden. "Ve neticede benim reçelim". Gerçi tüylü dostum bu itirazlar karşısında ileri sürebileceği kuvvetli argümanların ipucunu veren bir kararlılıkla yerleşmiş görünüyordu reçel kavanozuna. Onu yerinden edebilmek ancak kaynar su, bir miktar kimyasal ve bir yüzü pek tırtıklı bir bulaşık süngeriyle mümkün olacakmış gibi duruyordu, ki bu savaş demekti. Savaş ise, hepimiz tarafından bilindiği gibi, mutlak yıkımla eş anlamlılığa pek yatkındır. Somut olayımızda patlak verecek bir savaşın ise iki tarafa kaybettireceklerinin kazanılması umulandan daha büyük olacağı kesin gibiydi. İnsanlık tarihine yazılacak, üstüne kuvvetli bir olasılıkla tıp literatüründe de yerini alacak kadar görkemli bir aksilik vuku bulmadığı takdirde kazanan taraf ben olacaktım. Fakat artık savaş ganimetine dönüşmüş olan reçel kavanozum, daha belirgin bir ifadeyle tertemiz ve boş reçel kavanozum, yeniden yapılandırılmayı beklemek üzere yüksek raflardan birine yerleştirilecek ve biz, iki taraf da, aslında bu savaşı, yani ortak amacımızı, kısaca reçelimizi kaybetmiş olacaktık.
Yakın geleceğe ilişkin bu öngörülebilir tahmin soğukkanlılığımı geri kazanmamı sağladı. Düşmanımı sakince süzdüm ve durumu daha nesnel bir gerçeklikle değerlendirmeye karar verdim. Reçeli kaybetmiştim, evet. Fakat bu kaybın müsebbibine duyulan öfkenin, şiddet kullanarak karşılık verme dürtüsünün kökeni neydi ? Reçel sadece benim değil diğer bir çok canlının arzu nesnesi olabilecek lezzetteydi hiç süphesiz ve küçük işgalci de aynı benim gibi beslenirken yüksek tadlarla kendini mutlu etmeyi amaçlıyordu. Oysa ben, reçelin "benim" olduğuna ve reçel kavanozuna benden izinsiz gerçekleştirilen bütün girişlerin "benim reçelimin üzerindeki mülkiyet hakkıma" aykırılık teşkil ettiğine emindim.Üstüne üstlük savuşturulması gereken işgal niteliği taşıdığı hususunda da kesin bir kararlığı haizdim. Ancak bu kesinlik içeren yaklaşımın rakibim tarafından son derece ayrıksı bir görüş olarak telakki edileceği de ortadaydı. Kendisi sadece beslenmek ve güzel güzel beslenir ve semirirken sırtını sağlam bir yere dayayarak pek tutmak derdindeydi. Kavanozla aramdaki malik ve mülk ilişkisi umrunda değildi, zaten kavanozumu elimden almak gibi bir niyeti dahi yoktu. Dolayısıyla bütün bu sistemi anlamayacaktı, anlatabilmek de mümkün olmayacaktı. Böyle bakınca, mülkiyet kavramının mucidi olan türün evladı olarak ben bile kendi haklılığım konusunda yoğun bir tereddüte kapıldım. Başka bir yol mümkün değil miydi? Paylaşmak, ortak zevklerin tadını beraber çıkarmak ? Belki küçük işgalci ve ben birlikte barışçıl bir yaşama geçebilirdik ? Mülkiyet denen habis kavramı aradan çıkarttığımız takdirde reçeli ve her şeyi paylaşmaya başlayabilirdik? Bir aile gibi ? Sanırım bir aile gibi olamazdık her şeye rağmen. Esasen farklı taksonomilere ait oluşumuzun ailevi yakınlığı engelleyebilme ihtimali yüksekti, kan bağına inanmasam da. Evet, aile birlikteliği biraz iddialı bir beklenti kaçabilirdi. Ama bizi bir araya getiren ortak amaçla yaşama tutkumuz pekala kendi devletimizi kurmamızı sağlayabilirdi. Farklı bireylerin bir arada yaşama arzusu bir devlet kurmak için gayet kabul edilebilir, itirazlara mahal vermeyecek derecede geçerli bir sebepti. Şüphesiz.

Friday 23 April 2010

Hayatin Bergman Filmi Tadinda Yasandigini Fark Etmek



Baktim da, iddialı bir başlık atıp, ardından sahalara veda etmişim. Hayatın Bergman Filmi Tadında Yaşandığını Fark Etmek'miş... Nisan ayının ortalarında, "sonra başlığı da toparlarım; nasılsa altına yazacaklarımı da unutmam" şeklinde tezahhür eden yersiz bir kendine güvenle açılmış bulunan başlığın karşısında sükûnetle oturuyorum. Aylardan haziran.
Başlığı açıp ortadan kaybolmanın çarpık mantığının izahı, yukarıdaki paragrafta yeralan küçük ve basit tek bir kelimenin içeriğinde gizli: "sonra". Yapılacak işi ertelemek hatta, yapılacak işi ertelemek için yapılacak işi ertelemek sadece bu sözcüğün sihirli telaffuzuna bağlı. "sonra" ve hoop! İş ve kişi arasındaki zaman (ve hatta bazı müstesna durumlarda mekan) bağlantısı anneannemin terzi makasının ucu gibi açılıveriyor. Tekrar buluşmada ise nadiren ayrılmadan önceki hal olduğu gibi yakalanıyor. Sonrası, kabahatlinin kusurunu örtmek adına kesintisiz açıklamalar yapması hali benzeri... Esasen ve kısaca, bu başlığı neden attığımı hiç ama hiç hatırlamıyorum. Muhtemelen, iletişimsizlik, ifadesizlik üzerine yazabilmek için başlığı hatırlatıcı olsun diye bir kenara yazdım. Iletişimsizlik Bergman'ın Aynadaki Gibi filmini çağrıştırmış, ne düşündüysem aynı düşünce zincirini takip ederek o noktaya ulasabilecegime inancım ise, en fazla Hansel ve Gretel'in eve dönüş yolunu bulmak için medet umdukları ekmek kırıntıları kadar güvenilir çıkmış.
Söylenecek hiç bir şey olmayan bir başlık altında ısrarla lafı uzatmanın gereksizliğini teslim ederek, bu mevzuyu kapatıyorum. Bu başlık da bari bergmanesk kültürün iki olağanüstü ikonu Liv Ullmann ve Bibi Andersonn'u hayranlıkla seyretme vesilesi olsun.


Friday 16 April 2010



Hayatımda günlük tutmayı becermedim. Çocukken, yani zamanı boşa geçirmenin henüz mümkün olmadığı vakitlerde bile disiplinli disiplinli günlüğüme yazmayı, yazılı sayfaların boş olanları geçtiğini görmeyi ve nihayet bir defterin bitip yerine yenisinin gelmesini tecrübe ettiğim vâki değildir. Daha ziyade, nasıl bir yazıya başlanır ve yarıda bırakılır uzmanı olduğumu kabul etmek, pek alçakgönüllü bir tavır sayılmamakla birlikte, ziyadesiyle yerinde olacaktır. Ardında neredeyse kadim sıfatını hak edecek yıllar barındıran bu alışkanlığın yeni bir blog kurma hevesiyle kırılacağı gibi naif bir beklenti içinde olmadığımı da belirtmem gerekir. İnanmazsınız ama ne yeni defterler, kalemler, dolma kalemler, word sayfaları gördü bu habis huy. Önce bir baştan çıktı hep, defterlerin pürüzsüz beyaz sayfalarına, kalemlerin kaygan mürekkeplerine, tuşların şehvetli tıkırtılarına teslim oldu. Fakat, heyhat! ne zaman ki, bu yeni güzelliklerin keşfe açık lezzetleri tumturaklı cümleler ordusuyla etrafını sarmaya başladı, o önlemez yarım bırakma arzusu, o vahşi hiç bir sey yapmadan durma tutkusu baskın geldi. Hep. Cümlelerin içindeki kelimeler artıp, anlam olduğu yerde saydıkça, yazma hevesi "kim uğraşacak da düzeltecek şimdi bunları" diye söylenerek büyüyen üşengeçlik karşısında yıldı, boynunu büktü. Sular sakinleşip, olanlar unutulup, yeni bir heves nesnesi kapıyı çalıncaya kadar.
Ve evet, iflah olmaz bir umutla, "ama bu seferki başka" düsturuyla tekrar deniyorum. Bu sefer eski hatalar yok, üstüne gitme, kalabalıkla boğmaya çalışma, modaya uydurmaya, stil sahibi kılmaya zorlama yok. Yaşasın serbest ilişki. Sevgili yazı, seni özgür bırakıyorum. Eğer beni seviyorsan geri gelirsin. Kim bilir ben o sırada nerelerde olurum ?