Friday, 16 April 2010



Hayatımda günlük tutmayı becermedim. Çocukken, yani zamanı boşa geçirmenin henüz mümkün olmadığı vakitlerde bile disiplinli disiplinli günlüğüme yazmayı, yazılı sayfaların boş olanları geçtiğini görmeyi ve nihayet bir defterin bitip yerine yenisinin gelmesini tecrübe ettiğim vâki değildir. Daha ziyade, nasıl bir yazıya başlanır ve yarıda bırakılır uzmanı olduğumu kabul etmek, pek alçakgönüllü bir tavır sayılmamakla birlikte, ziyadesiyle yerinde olacaktır. Ardında neredeyse kadim sıfatını hak edecek yıllar barındıran bu alışkanlığın yeni bir blog kurma hevesiyle kırılacağı gibi naif bir beklenti içinde olmadığımı da belirtmem gerekir. İnanmazsınız ama ne yeni defterler, kalemler, dolma kalemler, word sayfaları gördü bu habis huy. Önce bir baştan çıktı hep, defterlerin pürüzsüz beyaz sayfalarına, kalemlerin kaygan mürekkeplerine, tuşların şehvetli tıkırtılarına teslim oldu. Fakat, heyhat! ne zaman ki, bu yeni güzelliklerin keşfe açık lezzetleri tumturaklı cümleler ordusuyla etrafını sarmaya başladı, o önlemez yarım bırakma arzusu, o vahşi hiç bir sey yapmadan durma tutkusu baskın geldi. Hep. Cümlelerin içindeki kelimeler artıp, anlam olduğu yerde saydıkça, yazma hevesi "kim uğraşacak da düzeltecek şimdi bunları" diye söylenerek büyüyen üşengeçlik karşısında yıldı, boynunu büktü. Sular sakinleşip, olanlar unutulup, yeni bir heves nesnesi kapıyı çalıncaya kadar.
Ve evet, iflah olmaz bir umutla, "ama bu seferki başka" düsturuyla tekrar deniyorum. Bu sefer eski hatalar yok, üstüne gitme, kalabalıkla boğmaya çalışma, modaya uydurmaya, stil sahibi kılmaya zorlama yok. Yaşasın serbest ilişki. Sevgili yazı, seni özgür bırakıyorum. Eğer beni seviyorsan geri gelirsin. Kim bilir ben o sırada nerelerde olurum ?

No comments:

Post a Comment