Tam da iştahla reçel kavanozunun dibine ulaşmışken, kavanozun ağzına yakın bir bölgeyi kendine mesken tutmuş yuvarlak, tüylü, beyaz işgalciyle göz göze gelmek gene mülkiyet hakkı üzerine düşünmeme sebebiyet verdi. Kendinizi benim yerime koymaya çalışın. Pek yenilir yutulur bir manzara değil. "Fakat benim reçel kavanozum bu" diye bağırarak isyan etmek geçti içimden. "Ve neticede benim reçelim". Gerçi tüylü dostum bu itirazlar karşısında ileri sürebileceği kuvvetli argümanların ipucunu veren bir kararlılıkla yerleşmiş görünüyordu reçel kavanozuna. Onu yerinden edebilmek ancak kaynar su, bir miktar kimyasal ve bir yüzü pek tırtıklı bir bulaşık süngeriyle mümkün olacakmış gibi duruyordu, ki bu savaş demekti. Savaş ise, hepimiz tarafından bilindiği gibi, mutlak yıkımla eş anlamlılığa pek yatkındır. Somut olayımızda patlak verecek bir savaşın ise iki tarafa kaybettireceklerinin kazanılması umulandan daha büyük olacağı kesin gibiydi. İnsanlık tarihine yazılacak, üstüne kuvvetli bir olasılıkla tıp literatüründe de yerini alacak kadar görkemli bir aksilik vuku bulmadığı takdirde kazanan taraf ben olacaktım. Fakat artık savaş ganimetine dönüşmüş olan reçel kavanozum, daha belirgin bir ifadeyle tertemiz ve boş reçel kavanozum, yeniden yapılandırılmayı beklemek üzere yüksek raflardan birine yerleştirilecek ve biz, iki taraf da, aslında bu savaşı, yani ortak amacımızı, kısaca reçelimizi kaybetmiş olacaktık.
Yakın geleceğe ilişkin bu öngörülebilir tahmin soğukkanlılığımı geri kazanmamı sağladı. Düşmanımı sakince süzdüm ve durumu daha nesnel bir gerçeklikle değerlendirmeye karar verdim. Reçeli kaybetmiştim, evet. Fakat bu kaybın müsebbibine duyulan öfkenin, şiddet kullanarak karşılık verme dürtüsünün kökeni neydi ? Reçel sadece benim değil diğer bir çok canlının arzu nesnesi olabilecek lezzetteydi hiç süphesiz ve küçük işgalci de aynı benim gibi beslenirken yüksek tadlarla kendini mutlu etmeyi amaçlıyordu. Oysa ben, reçelin "benim" olduğuna ve reçel kavanozuna benden izinsiz gerçekleştirilen bütün girişlerin "benim reçelimin üzerindeki mülkiyet hakkıma" aykırılık teşkil ettiğine emindim.Üstüne üstlük savuşturulması gereken işgal niteliği taşıdığı hususunda da kesin bir kararlığı haizdim. Ancak bu kesinlik içeren yaklaşımın rakibim tarafından son derece ayrıksı bir görüş olarak telakki edileceği de ortadaydı. Kendisi sadece beslenmek ve güzel güzel beslenir ve semirirken sırtını sağlam bir yere dayayarak pek tutmak derdindeydi. Kavanozla aramdaki malik ve mülk ilişkisi umrunda değildi, zaten kavanozumu elimden almak gibi bir niyeti dahi yoktu. Dolayısıyla bütün bu sistemi anlamayacaktı, anlatabilmek de mümkün olmayacaktı. Böyle bakınca, mülkiyet kavramının mucidi olan türün evladı olarak ben bile kendi haklılığım konusunda yoğun bir tereddüte kapıldım. Başka bir yol mümkün değil miydi? Paylaşmak, ortak zevklerin tadını beraber çıkarmak ? Belki küçük işgalci ve ben birlikte barışçıl bir yaşama geçebilirdik ? Mülkiyet denen habis kavramı aradan çıkarttığımız takdirde reçeli ve her şeyi paylaşmaya başlayabilirdik? Bir aile gibi ? Sanırım bir aile gibi olamazdık her şeye rağmen. Esasen farklı taksonomilere ait oluşumuzun ailevi yakınlığı engelleyebilme ihtimali yüksekti, kan bağına inanmasam da. Evet, aile birlikteliği biraz iddialı bir beklenti kaçabilirdi. Ama bizi bir araya getiren ortak amaçla yaşama tutkumuz pekala kendi devletimizi kurmamızı sağlayabilirdi. Farklı bireylerin bir arada yaşama arzusu bir devlet kurmak için gayet kabul edilebilir, itirazlara mahal vermeyecek derecede geçerli bir sebepti. Şüphesiz.
No comments:
Post a Comment